Müthiş bir sofrada güzel dostlarla saatler ne de çabuk geçiyordu. Masanın çoğunu yıllardır tanırız, Ilgar Bey tanımayanlar için uzun uzadıya bizlerden bahis ediyor, bizleri arkadaşlarıyla tanıştırıyordu. Tabi anlattıkları karşısında eziliyor, sesimi çıkaramıyor, yutkunuyordum. Sonra Ilgar Beye teşekkür ederek arkadaşlarla konuşmaya başladık. Yanımda Dr. Oktay Shefioğlu, Gabil Derdli' yi işaret ederek otobüsten gelirken icra ettiği parçaları burada da okumasını rica ederken: "Çok güzeldi, çok..." diyerek, bir şekilde okuyucuya sorumluluk yüklüyordu.
Gabil Derdli "O kadar da değil" diyerek, olayı birazcık soğutmaya çalışsa da bir gün sonra okuduğu o güzel şiirler düşünüldüğünde o kadardı yani. "Sizi tanımak çok hoştu, teşekkürler Gabil Derdli.."
Evet, bazılarımıza göre ezan, uyuyamadan sabahı çoktan müjdelemişti. Yavaş yavaş toplanılmaya başlıyorduk. Bizim hiç de kalkamadığımız Kahvaltı salonunda ki masalar, milletimin renklerinden oluşan çiçekler ile dolup taşıyordu. Birazdan Başbuğun huzuruna çıkıp; çelenk bırakarak, istiklâl marşımızı okuyacaktık.
Evet, aynen öyle oldu. Program çok yoğundu. İlk program Seyhan Belediyesi denildiğinde, kerhen verilmiş, protokol kurallarının işlediği üç beş dakikalık bir kabul diye düşündüğüm için, kabule çıkmak istememiştim. (Ben hayatım boyunca, bedene yüreğin vermediği komutları pek sevemedim) Arkadaşlarımızı yalnız bırakmamak adına, kapının yanında kendime bir yer edindim. Başkan gelip ikramlar yapıldıktan sonra, salonu çok farklı güzellikler kaplamıştı. Başkanın: "İtiraf edeyim böylesine güzel bir organizasyon beklemiyordum" demeye başlayan konuşması ile ortama yüreğini koyarak devam etmesinin ardından; Arif Nihat Asya'nın
"Dalgalandığın yerde ne korku, ne keder...
Gölgende bana da, bana da yer ver.
Sabah olmasın, günler doğmasın ne çıkar:
Yurda ay yıldızının ışığı yeter."
Şiirini okuması, hepimizi çok duygulandırdı. Daha sonra dostlarımızın yanlarından getirdikleri çam sakızı çoban armağanları hediyelerini taktim etmeleri, hem bizleri hem de başkanın yüzünü güldürdü. Başkanın yazdığı ufacık bir not kâğıdını, danışmanına uzatarak: "Bütün randevularımı iptal ediyorum, programa devam etmek istiyorum" demesi, misafirlerin ve hepimizin mutluktan gözlerimizin buğulanmasına neden olmuştu. Akşam bütün dostlarımızı ağırlamak misafir etmek isteğini ÇED başkanına iletmesi ise bizleri ziyadesi ile mutlu etmişti. Teşekkürler "Çukurova'nın güzel başkanı, Aktif Kemal Akay."
Evet vakit öğlene yakındı, bereketli toprakların misafirperver evlatları konuklarına ardı ardına davetler veriyor, hem misafirleri mutlu ediyor hem de bizleri onurlandırıyordu..
Yıllar önce Adana'ya ilk geldiğim de mangal başında ayakta yemek yeme kültürünü çok yadırgamıştım. Galiba şimdi en çok da onu özlüyorum. Akkapı Derneği bütün misafirlerine dernek bahçesine koyduğu devasa mangalla, mangal resitali yaparak. Bu arada ben de özlemimi gidermenin mutluluğunu yaşayıp, bazı dostlarımızın da bu hazzı ilk defa yaşamalarına şahit oluyordum. "Teşekkürler Akkapı Derneği"
Sonra yan tarafta bulunan, Kurtuluş Savaşı'nda büyük mücadelelere şahitlik etmiş Cemil Nardalı konağına geçtik. Konak; kılavuzlarının kendilerini yetiştirmiş, konularına hâkim, kendinden emin duruyor ve geçmişi bugüne taşıyordu.
Konağı, Faig Bey, kıymetli eşi Kəmalə Səfərova hanım ve Deniz'le gezdik. Deniz dedimse hiç bir an ayrılmadı dedesi ve ninesinin hayalleri ile yanımızdan, galiba seneye kendilerini de buralarda göreceğiz. Yani, Faiq Bey, Deniz, yenge hanımefendi ve diğer misafirler, hamımız bütün odalarını tek tek gezip, o dönem kullanılan eşyalar hakkında bilgiler edindik. Faiq Bey, tabi mankenin üzerindeki kadın şalvarını görünce patlatıverdi Türkiye'de ki anısını: "Eşine şalvar aradığını, gittiği hiç bir yerde bulamadığını, bulduklarını da kendisinin beğenmediğini “anlatıyor ve devam ediyordu...
Pazen ve basma bezden yapılmış şalvarları gösteren tezgâhtara: "Kardeşim ben şundan istiyorum" dediğinden, "O pantolon" cevabını almasına çok şaşırmıştı. "Kardeşim Fransızca bir kelime pantolon, Türkçesi şalvar" dese de şalvar almadan dönmüştü Azerbaycan'a.
Saat 14' e yaklaşırken, Yüreğir Kültür Merkezi'ndeki programa yetişmeye çalışıyoruz. Programa yetiştiğimizde kısa konuşmaların ardından; Özbekistan’dan gelen akademisyen G. Melsovna Kadirova, kendi yazdığı Atatürk şiirini okuduktan sonra, sahneye çıkan sanatçı Azize Sultan eşliğindeki folklorik oyunu damgasını vuruyordu. Tabi ki benim gibi kendi düğününde oynamayı beceremiş birinin ağzının açık izlemesi de galiba normaldi.
Sonra yine Atatürk'le alakalı farklı bir sürprizle karşılaştık. Azerbaycan'dan gelen ve her fırsatta Atatürk'e olan hayranlığını dile getiren Tahire Megrur, bu uğurda Türk edebiyatına "Atatürk Destanı" adlı çok güzel ve özel eserini armağan ediyor.. "Teşekkürler yiğit Türk kadını..."
Sıra Irak Türkmenlerinin yiğit sesi Riyaz Demirci' ye geldiğinde; yine müthiş bir şiir dinleyeceğimi düşünürken, şiirini her zamankinin aksine kısa tutuyor. "Neden?" diye sorduğumda; "Program çok yoğun, diğer arkadaşlara zaman kalsın istedim." derken ki asaleti. Demek ki adam olma işi tesadüflere kalmayacak kadar, onurlu bir duruş sergiliyor güzel yürekli dost.
Bu defa biraz önce ismi okunduğu halde salonda olmayan Hamdi Balık kardeşimin salona girişini gören TRT deneyimli, usta sunucu Nevra Çağlayan hanım, hemencecik ayağının tozuyla çağırıyor, "Ayrılıkların şairini." Kardeşim de sahnede yine devleşiyordu. Önce süzüyor salonu, sonra da gözüme baka baka okuduğu, "Memleket Neresi kardeş" diyerek, ardı ardına sorular sorarken, "Malatya, Muş, Van..." diyerek de, kendi sorusuna şiiriyle yanıtlar vermeye de devam ediyordu...
"Boyuna posuna bakan imrenir
Hele kardaş memleketin neresi
Bence sizin orda barak söylenir
Söyle kardaş memleketin neresi
Toros yaylasına çıkar mı kızlar
Nede güzel olur baharlar yazlar
Hemşehri görünce ta şuram sızlar
Söyle kardaş memleketin neresi
Ciğer yakar Arguvan'ın gazeli
Ah, görseydim Pötürgeli güzeli
Ya Kahramanmaraş, ya da Zileli
Söyle kardaş memleketin neresi"
( H.B.)
Utanmasa ülkeyi köy köy sayıp memleketimi öğrenecek, duymazlıktan geliyorum, gözüme bakıyor "hadi sende söyle" der gibi. İçimden bağırmak geçiyor! Ara-ara: "Ne var Hamdi, ne var? Sana ne gözüm" demek istiyorum... "Evet, biz kırk göbek, ağzında cam kırıklarıyla sözlerine abdest aldırtmış bir neslin yaralı çocuklarıyız. Öyle her soruya cevap verecek sözümüz olsa da sabrın imtihanına kendini bırakmış yaralılarız. Bunu mu soruyorsun?"
"Sorma bana yurdun neresi gardaş
Unuttum kendimi haralıyım ben
Otur da yanıma olalım sırdaş
Kırk göbek öteden yaralıyım ben
"Sivas'ta Yozgat'ta ne de Muş'ta yım
Sanma ki Yemen'de, asil Huş'ta yım
Bir damla gözyaşı, oda kuştayım
Kırk göbek öteden yaralıyım ben."
"Dere tepe ova düz de geçerim
Yarası olandan adam seçerim
Günay'la otursam zehir içerim
Kırk göbek öteden yaralıyım ben"
(C.G.)
Avazım çıktığı kadar bağırıp anladın mı? Yaralı'yım demek isterken, birden sahneyi selamlayarak iniverip, yaklaştı yanıma; tokalaşıp özlemle sarıldık. Biraz muhabbet ettikten sonra: "Gideceğim abi, geç kalmıştım zaten, özür dilerim sizleri görmek için geldim. Söz vermiştim, gelmezsem görmesem olmazdı" dedi. Anlattı biraz durumunu: "İki cenazemiz var, Mersin'de taziye çadırımız devam ediyor" dedi. Gözleri nemliydi, demek ki Hamdi de bizim oralı, yaralı'ydı yani! Tevekkeli kendine hemşeri aramaya gelmiş olmalı.
"Gideceğim ağabey” dedi, “Beni beklerler" Yine de gitmedi, bekledi beni. Akşam ben sahneden indikten sonra, sıcak Çukurova' nın yağmuru ile delirmiş toprak kokuları arasında uğurladım Hamdi'yi... Ardından: "Güle güle hemşerim dedim, güle güle....”
(Cahit GÜNAY)