Bugun...


Cahit GÜNAY

facebook-paylas
ULUSLARARASI TÜRK DÜNYASI ŞİİR & MÜZİK FESTİVALİNDEN (Kendime Notlar 26)
Tarih: 28-05-2020 23:19:00 Güncelleme: 28-05-2020 23:19:00


Karaisalı programımızın sonuna yaklaşıyorduk. Gün, sanki demir alma vaktini işaret ediyor gibi, yavaş yavaş gökleri kendi kızıllığına boyamaya başlamıştı bile. Elimizdeki son bardak çayımızla, yüreğimizdeki sonsuzluk izini biraz daha derinlere salıp...

Zamanın evrilişi ile sahnenin dağılışını izliyor, birbirine yaklaşarak kol kola giren arkadaşlarınızın yüzlerine sinen mutluluklarına şahit oluyorduk...

"Zaman işte, insan içine çekip gizleyemiyor ya!”

Geçiyordu ucu yanık unutulmuş sigaranın kül tablasındaki kendi kendine bitişi gibi, sorumsuzca...

Su şırıltısının müdahil olduğu, Antiqa hanımla oturmaya başladığımız masa gittikçe büyüyor, bu defa gönüllü tercümanlar vasıtası ile olsa da herkesle konuşarak anlaşabiliyorduk...

Sahneden inen, son sanatçı dostumuz; Marsğül Abılova Hanım elindeki kitapla yanımıza yaklaşıp, Ömür Begalı ve Çınara Tutkuçovna Sarbagışova hanımların da iletişim konusunda ki yardımı ile bana

"KUT SHIRELGEN YR SEZIM" isimli şiir kitabını getirmiş olduğundan bahsederek imzalayıp vermesi, beni ziyedesi ile mutlu ediyordu.

Aslında bu yıl çok şanslı idik, geçen yılları hatırlıyorum da, İlgar Türkoğlu beyle yaptığımız ön görüşmede, "Cahit bey" bu yıl çok sayıda Kazak edebiyatçı dostumuz gelecek demişti...

 Çocukluk yıllarımda okuduğum kitapların etkisi ile düşlerimde

Köktogay'ın zümrüt yeşili çimlerine uzanmış, şırıl şırıl akan buz gibi soğuk suyunda çimmiş, binbir türlü çiçek kokan havasını solumuş, rüzgarın müziği ile yaprakların ritminde hayaller kurmuş, kısrakları besleyip, koyunların kuzuları emzirişine bakıp melemelerindeki heyecanı hissetmiş, Tokuztarav yaylasında, kartal evcilleştirmiş, birçok savaş planı yapıp, yeşillikleri ile koyun koyuna yatan dağlarında ava çıkmışlığımız, yer sofrasına bağdaş kurup etli bulgur pilavının yanında çamçak çamçak ayran içmişliğimiz, 1941 ve 1951 yılları arasında Kür Şad'ın, Emir Temür'un, Mustafa Kemal'in ruhlarına; Osman Batur kimliği ile cenk meydanlarında selâm salmışlığımız vardı...

İşte bu rüya; Batur'un çocuklarının, kardeşlerinin geleceğini öğrendiğimde günlerce hayaller kurup, sevinçten dört köşe olmama sebep olarak, uykularımı kaçırmıştı.

Acaba hangisi, giriştiği istiklal mücadelesinde esir alınarak şehit edilen Batur'un tek erkek kardeşi Delihan'dan haber getirecek, hangisi annelerinin gözleri önünde doğranarak şehit edilen,18 yaşındaki kızı Kabiyra ile 14 yaşındaki oğlu Baybolla'ya benziyordu.

Hangisi 20 metre yükseklikteki kuyuya, 11 yaşındaki küçük Kariy ile 9 yaşındaki Şirin Sapiyan'ın canlı canlı atılışına, çığlık çığlığa şahitlik ederken, kollarından tutularak nehre atılan zavallı Mamey hanımın dramını anlatacaktı bakışları ile...

Nitekim bir savaş mevzisinde zamanında çekilememiş olan 17 yaşındaki kızını kurtarmak için kendini tehlikenin kollarına bırakan ve kızını atının terkisine almayı başarsa da, atının tökezleyerek düşmesinden dolayı, bunu başaramamış olmasına rağmen, tek başına 200 düşman askerini etkisiz hâle getirirken, mermisini bitirdiği için namlusunun susması sonucu kızı ile birlikte esir düşen, mücadeleci kişiliği ile Kafkas kartalı Şeyh Şamil'e benzetilen,

Altay kartalı Batur'un 17 yaşında ki dünyalar güzeli kızı Aspay' (Azapay) ın o an ki hislerini veya babasının boynuna takılmış idam fermanıyla esir olarak çalıştırıldığı fabrikayı "İşte Batur'unuz" nidaları ile gezdirip teşhir edilirken ki ruhani durumunu, hangisi anlatacaktı...

Ben salonu dolduran yüzlerce edebiyatçı dostumun arasından, hangisinin gözlerinde Azapay'ı görecek, milyonlarca Türk milletçisinin hislerine tercüman olan Dilaver Cebeci ağabeyin;

"Neredesin Azapay, kara yerde misin, mavi gökte misin, yerle gök arasında bir kızıl çilede misin?

Ulu yurdumuzun dağlarında çiçekler yirmi iki kez ölüp yirmi iki kez dirildi. Ve birkaç yüz yıllık ölüm uykusundan bir daha ölmemecesine dirildik. Hani bir er gelip; “ÇIK EY YÜZBİN MIZRAĞIMIZ” demişti ya!

Ne yüz bin mızrağı; beş yüz bin sinede cümle pusatlardan güçlü beş yüz bin yürek vuruyor şimdi...

“Yıl 1951 değil Azapay. Sen iyi bilirsin ki; bir yerde bir Gök bayrak düşse, başka bir yerde bir Al bayrak kalkar. Ha Al bayrak, ha Gök bayrak. Yâni kıyamet kopana dek bizim bayraklarımız inmez!

Kusura bakma Azapay, ben o gün çok küçüktüm. O buzlu yerde atın sürçmüştü ya… Irkımın en soylu düşlerini ipe vermişlerdi ya…

Ben o zaman çok küçüktüm, çok zayıftım. Ne yazık ki Gök Bayrağı kaldırmaya yetmedi gücüm, çok istememe rağmen gelemedim... Büyüklerim de ne tuhaftı bir bilsen? Küçücük aklım, küçücük bedenim el verse de sana gelecek olsam, iyi biliyorum ki beni kollarımdan tutarak geriye savuracaklar, ‘Nene gerek otur oturduğun yerde’ diyeceklerdi...”

“Nerdesin Azapay! Ben beş yüz bin yürekten biriyim; damarlarımda deli ırmaklar akar, parmaklarımda pulat kalkanlar ezilir. Bana bir yerden ses ver Azapay!

Seni hiç görmedim. Varsın ‘’Divâne’’ desinler ama görsem bu kadar tanıyamazdım. Nasıl tanıyamam? Çok defa seni teneffüs ettim. Senin yağmuruna çamuruna, tozuna toprağına karıldığın yer, benim yaşama sebebimdir. Bir güzeldin ki, Azapay, belki Tanrı seni hiçbir ere lâyık göremedi.

Nerdesin Azapay! Bir kızım oldu, ona adını verdim. Seni unutanlara, seni bilmeyenlere inat, günde dokuz kez seni anlatıyorum. Bir kızgınım, bir üzgünüm ki sorma… Yaban illerden yaban yeller esti Azapay. Birçok çaşıt ağızlar, birçok yabana sözler ettiler. Ayağının tozunu düşünmek için bile ‘Yasak’ dediler. Gönlümüzce yaşamaya bir adım atamadık. Sen olmasan ne olurduk? Nasıl bir mağlupsun ki yedi iklimde hükmün geçer.

Nasıl bir galipsin ki, havaya suya ekmeğe toprağa sinmişsin. Sonra uyandık Azapay. Herkes ekvatorun gâfil sıcağında güneşe taparken, bizim aklımıza rahmet yağdı... O eski değeri yitmiş sanılan canım küheylanlarla bize ulaklar yolladın. Nerdesin Azapay! Sesime ses ver. Özledim yüzünü göster. Biz her gün seni çağıracağız.

Çağrımız ebedîdir. Ve bir gün geleceksin Azapay. Şimdi tutsaklara yılda bir kez ‘Konuş’ diyorlar. Tutsaklığın yılı, ayı, haftası mı olurmuş? Tutsağın derya gibi gönlünü kim sıkıştırdı haftaya. Biz, her saniyede altmış bin kez seni çağırıyoruz. İşte onun için geleceksin.” Sözleri ile “NERDESİN AZAPAY! NERDESİN!” diye haykıracaktım!

Oysa üç gün boyunca birlikte yemek yeyip, su içmek, aynı havayı solumak, aynı arabanın bitişik koltuklarında seyehat etmenin dışında çat- pat konuşmaya çalışsak da yeterince iletişim kuramadan vedalaşmamızın acısını hâlâ içimde sönmeyen bir ateş gibi saklıyorum...

Ve paşam; "İstanbul'da çıkan bir gazeteyi Kaşgar'daki Türk de anlayacaktır" Derken ki hayalini,

Turan coğrafyasında aynı dil, aynı alfabeye olan özlemini, şimdi ne çok hissediyorum yüreğimde, bir anlatabilsem... Oysa onlarla konuşa bilseydim; 1899 yılında Ayça (Kayşa) hanım ve İslâm Bey'in evladı olarak, Doğu Türkistan'ın Altay bölgesine ait Köktoga şehrinde dünyaya gelen...

Kazakların Orta Cüz-Kerey-Abak Kerey-Cantekey-Molkı-Aytuvgan boyuna mensup, uzun boylu, simsiyah saç-sakalı, görünmeyecek kadar küçük olan gözleri ve dev cüssesi, konuşmayı pek sevmeyen yapısı ile halkına güven veren dağ gibi bir kahraman Altay kartalı Osman İslamoğlu'nun; çocukluk yıllarındaki o dönemin, her Kazak evladı gibi cami avlusunda mütedeyyin hocalardan dini ve milli eğitimler almış olmasını ve Kahraman Böke Batur’dan gerilla savaşının bütün inceliklerini öğrenerek geçen gençlik yıllarını öğrenmiş olacaktım...

Tarih 12 Şubat 1940'ı gösterirken, Altay’ın Sarıtogay şehrinde, Çinlilerin Akit Hacı Camisine yapılan saygısızlıkları üzerine;  İris ve Esim Han liderliğinde başlatılan protestolara katılıp, halkın elindeki silahları toplamak isteyen Çinli yetkililere, babası İslâm Bey ve annesi Ayça hanıma rağmen, "Bu gün silâhını veren yarın canını da verir" ve “Çok istiyorlarsa gelip alsınlar” diyerek, silâhını teslim etmeyip, bu olaydan sonra pusatlanarak dağa çıkmasını, Çinlilerin vereceği karşılık yüzünden ilk başlarda halkın tepkisine yol açmış olsa bile. Osman Batur’un yanına; Şerdiman, Nimetullah, Nabi adlı çocukları ve kısa zamanda yüzlerce mücadele arkadaşının bu emsalsiz istiklâl mücadelesine katılmış olmalarını, Urumçi idaresinin 1940’da Altay’da Ruslara maden arama izni vermesinden sonra, neden bu kadar istiklal mücadelesinin alevlenmiş olmasını, ve yine aynı zaman diliminde, Osman Batur’un emriyle Altay’da görevli bir çok Rus'un kurşuna dizilmesini.

Bu dönemde millî mücadelenin liderliğini üstlenen Osman Batur'un, Çinliler ve Rusların bu ayaklanmayı bastırmak için yaptığı bütün baskıları püskürtmüş olmasını, halkı arasında öyle ki kementi ile uçak düşürdüğü bile dilden dile dolaşarak efsaneleşen, destansı bir halk kahramanı oluşunu...

 Ve Osman Batur'un, yıllarca bir yandan Ruslar, bir yandan Çinliler ile yaptığı savaşların, 17-18 Şubat gecesi sabaha karşı Kayız’da Çin Kurtuluş Ordusu’na esir düşerek son bulmasını, 21 Şubat’ta Dunkuang’a, oradan 16 Mart’ta Urumçi’ye götürülen Osman Batur'un ağır işkencelerden sonra düzmece bir mahkemede idama mahkûm edilişini, İdam kararı infazından önce Urumçi sokaklarında dolaştırılan Osman Batur'un göğsüne asılan “İşte Batur'unuz Osman” levhası ile teşhir edilip, kulakları, elleri kesilerek yapılan bütün işkencelere rağmen her yerde; Mustafa Kemal'in "Benim naçizane vücudum, bir gün elbet toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti, ilelebet payidar kalacaktır" sözlerini hatırlatan; “ Ben ölebilirim ama dünya durdukça Osman Batur'lar hep var olacaktır” sözünden rahatsız oldukları için ağzı kapatılarak idam edilişine şahitlik eden, Bir Amerikalı  gazetecinin anlattıklarından, idama giderken ki gülüşünü, yüzünde hiç bir korku ibaresi olmayışını, hatta idamı sırasındaki hareketlerini anlattıkça, secde, rükû, kıyama benzetilişini, belki de şehadete yürürken son defa kılmış olduğu şükür namazında ki o müthiş hazzın yüreklerimize nakşedilişini..

Ve film setlerindeki yalancı kahramanların, kendi halkına kurşun sıkan özgürlük budalalarının, hormonlu hayat hikâyelerini bayraklaştırıp, ballandıra ballandıra, örnek modelmiş gibi anlatmalarına rağmen bir kez bile uğrak mekanları olmadıkları için göremedikleri, Osman İslamoğlu'nun kardeşleri ve çocuklarını, Batur'u koklar gibi koklayıp, Batur'a sarılır gibi sarılarak, yüzlerce soru sormayı, yanımızdan ayrılırken de Turan çocuklarının yüreklerinde damıtılarak süzülen; Azapay, içine doğduğun bu dünya senin değil. Ataların burada doğmadı. Sen Kâlû Belâ’da sürüldün vatanından. Uyan, silkelen, farkına var. Sen bir peygamber övgüsüne mazhar olmuş kandasın,hatırla.

Tek amacın olacak ve milletini çok seveceksin. Çünkü yaşamak için; damarlarına, omuzlarına ve parmak uçlarına kadar dolan büyük bir güç bulacaksın ki…

Gözlerinde al bayraklar dalgalanacak,  kulaklarında marşlar çınlayacak, yokuşları daha bir güçle, daha bir hırsla çıkacaksın. Attığın adımları ensende hissedeceksin, sanacaksın ki yer titreyecek, sen yürürken yağılar sinecek, acun inleyecek, sırtında ağır bir yük olacak, terleyeceksin. Sen soğuma, sinme, usanma Azapay. Bir dağ gölgesi arama, Kızılkum’dan Tuna’ya yürümek var payında, yürüyeceksin...

Her kapıda bir saz çalacaksın Türk’çe nameler eşliğinde, uyuyan sineleri uyandıracaksın. Atalarının önünde taş duvarlar örüldü, demir dağlar dizildi, o çağlar geride kaldı, silah çıktı mertlik bozuldu Azapay, şaşıracaksın...

Yolunun üstünde nice gözyaşı ve elem var, zulüm var...

Bir ulu dağın eteklerinden sesleneceksin; gözyaşları boyunca ilerleyecek ve ırmaklar gibi çağlayacaksın. Ant iç, kaçanlardan olmayacak, satanlardan olmayacaksın...

Ve nihayetinde çöllerin, hanların, Vey’in, Baykal’ın, Hazar’ın, Aras’ın, Fırat’ın, Karadeniz’in, gözleri al bayraktan bir bala karşılayacak seni...

Ellerinden tutacaksın, gözlerinden ışık damlayacak, Mete’yi, Kür Şad’ı, Cengiz Han’ı ve cümle atalarını göreceksin. Onları senin olmayan topraklarda tutamazsan, Turan denen bir yurda varacaksınız. Bozkırda atlar kişneyecek,  nalların ve toynakların sesini göğsünde duyacaksın. Ak saçlı anaların elinden ekmek, al yanaklı, gür belikli kızların elinden kımız içeceksin. Acun denilen kara yerde öyle bir hazza varacaksın ki gözlerin toy arayacak, bir kutlu otağda şen olacaksın Azapay. Zafer kapında yatacak, gürz ile kılıç ile koyun koyuna uyuyacaksın. Türk’ün sesi gelecek uzak akınlardan, okların ıslığına Ötüken’de uyanacaksın. Demir dağlar delen ataların yurdunda avlanacaksın. Fakat unutma! Yolun uzun durmayacaksın, aldanmayacaksın Çin ipeğinden günlere.

Güzel ellerin nasırlanacak Azapay, yorulmak bilmeyecek, fırtınalardan evvel dinmeyeceksin. Yorulma,kırılma Azapay. Beşikte başlayan davanda ancak mezarda dinleneceksin. Ötüken’e sığmasın için,öyle bir çalımla kalk ki… Gök bayrağı görecek ve hatırlayacaksın, sen onu ezelde gördün. Azapay zulmün Ergenekon’undan çık, çıkar. Var  Osman Batur’u ipten al. Biz Al Bayrağı kaldıralım, sen Gök Bayrağı kaldır Azapay."  Şiirleşen mektubunu, gönül ceplerine emanet etmeyi öylesine çok istiyordum ki! Gittiler, bütün sorularımı da cevapsız bırakarak, geldikleri gibi sessizce...

 Ama Çukurova'nın sıcaklarında başlayan dostluklarımız şimdi sosyal medya üzerinde bile olsa her geçen gün biraz daha harlanarak devam ediyor...

 İşte onlardan biri; Kazakistan devlet üniversitesi Filolog bölümü öğretim görevlisi, üç çocuk annesi, dünyalar güzeli kardeşim, Rakhimzhanova Aizada Burkitkyzy İle yaptığımız konuşmalarımızın birinde; kendisi gibi şair, Kazakistan Cumhuriyet gazetesi yazarlarından biri olan  kocası, Rauan Kabidoldin Yerzhanuly Bey'in dedesinin; Doğu Kazakistan bölgesindeki Chinguistai köyünde doğmuş, Sovyet iktidarının başlangıcına kadar geçen süreçte çiftliğinde ki sığırları ile ilgilenip, Altay dağlarında avlanan, ara ara Çin ve Moğolistan'a seyehatlerde bulunup, çevresine nişancılığı ile ün salan, varlıklı bir ailenin reisi, Rus subaylarının emirlerine hiç bir zaman biat etmeyecek kadar cesur ve itaatsiz, kanunsuz bir adam olan; bu sebeble de devamlı Ruslar tarafından tehdit edilen, kendisine suikastlar düzenlenen, hatta bunlardan birinde yakın arkadaşı Zhumabay'ın

kendisine benzetildiği için yanlışlıkla şehit edilen, Osman Batur'un Yakın silah arkadaşı, Baltabay Kayyrkhanuly olduğunu öğrendiğimde çok şaşırmıştım..

Baltabay; Şehit olan arkadaşının intikamını almak için planının bir parçası olarak düzenlediği, Altay dağlarındaki devasa büyüklükte yaktığı ateşe dikkat çekip, Rus askerlerini buraya yönlendirerek, Arkadaşı Zhumabay'i şehit eden subayı öldürmek istiyordu. Ve nihayetinde istediğini başararak, ateşe doğru yaklaşan Rus askerlerinin içerisindeki Zhumabay'in katili olan subayı, uzun namlulu silahla öldürdükten sonra kırktan fazla arkadaşı ile Çin'e geçip Osman Batur'la birlikte uzun süre sırt sırta vererek, düşmanla savaşıp çok sayıda Çinli askeri etkisiz hâle getirdiklerini öğrenmiştim...

Yine bu savaşların birinde askerler ve mühimmatın yetersizliği sebebiyle yakalanarak koluna kelepçe takılmış olsa bile, bu durumdan da kurtulmayı başarıp Çin'in derinliklerine taşınarak, ailesi ile birlikte ebediyete intikal edinceye kadar, sesiz bir hayat süren Baltabay'ın gelini Aizada hanım; "Buralarda bizim atalarımız, binlerce yıldır ana sütü kadar temiz, ana sütü kadar helâl topraklarımızı korumanın mücadelesini verdiler, hiçbir zaman yabancıların topraklarına sahip olma talebinde bulunmadılar" derken ki konuşmasındaki "kocam" ve "kocamın ailesi" ifadeleri öylesine belirgin kullanılıyordu ki, Toros eteklerinin kıl çadırında dünyaya gelmiş, genç yaşta şehit olup şehadete eren, yiğit gardaşım Ahmet Sargun'un “Reis, reis! Bizim kadınlar, bizlere kocam derken diyaframını doldura-doldura, ağzının içinde eğip bükmeden söylerler, çünkü Türkler ‘in, büyük, ulu, zirve, güçlü gördükleri şahıslar için kullandıkları sıfattan biri kara, diğeri de Koca dır, bize karılarımız ‘kocam’ derken; yiğidim, aslanım, ulum, büyüğüm, dağım, zirvem der. Biz de onlara ‘Karım’ derken başımızın tacı, yüreğimizin serinliği, zirvemizin süsü ve örtüsü anlamında karım deriz, karım! Bir baksana hangi dağın zirvesinde, zirveyi süsleyen kar olmaz” deyişi kulaklarımı çınlatıyordu...

“Ey Çin! Siz bugün dünyanın yarısına yakın toprakların üzerinde, ekonomi ve teknoloji alanında dünyaya meydan okurken, işgalci olarak bulunduğunuz Doğu Türkistan topraklarının üzerinde yaşayan, Doğu Türkistanlılardan korkunuzu anlıyorum. Çünkü o gün; kırk çerisi ile Kür Şad sarayınızı bastığında, belki de o yağmurlu fırtınalı gece yaşanmasa idi, belki de “Ben ölebilirim ama Dünya durdukça benim milletim mücadeleye devam edecektir!”  diyen, Osman Batur'un atı, Azapay'ı terkisine alıp götürseydi, ayakları aksamasaydı, olacakları tahmin edebildiğinizi biliyorum ve siz korkmakta o kadar da haklısınız ki!

Hâlâ Türk anaları yaşadıkları topraklarda; Kür Şad, Osman Batur, Mustafa Kemal'ler doğurmaya devam ediyor...  EY ÇİN UNUTMA!

Cahit GÜNAY Şair-Yazar & Gönül Elçisi



Bu yazı 4029 defa okunmuştur.

YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
HABER ARŞİVİ
HAVA DURUMU
GAZETEMİZ

Web sitemize nasıl ulaştınız?


NAMAZ VAKİTLERİ
HABER ARA
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YUKARI